Sanayinin Sorunları Bülteni: EYLÜL 2017 EKİ - SAYI:231-1 SANAYİNİN SORUNLARI BÜLTENİ-31
Sunuş
İSTİHDAMSIZ, SANAYİSİZ, YOKSULLAŞTIRICI VE TAHRİPKÂR BÜYÜME
Ülkemiz, Olağanüstü Hal Koşullarında, hak ve özgürlüklerin askıya alındığı bir konjonktürün içinden geçmektedir. Böylesi bir konjonktür, kendisine uygun bir ekonomiyi de inşa etmektedir.
Hak ve özgürlükler gibi kaynak ve ulusal gelir de demokratik biçimde değil, keyfi biçimde dağıtılmakta, gelir adaletsizliği ve çarpık büyüme, ülkemizin önemli sorunlarının başında gelmektedir.
Bu sorunlara ışık tutmak, gündemde önem kazanan makro iktisadi gelişmeleri ve sanayiyi detaylı bir şekilde incelemek ve de sektörel bazda değerlendirmek amacıyla Odamız tarafından yayınlanan, iktisatçı-yazar Mustafa Sönmez tarafından hazırlanan Sanayinin Sorunları ve Analizleri Bülteni iki buçuk yılı aşkın bir süredir her ay kamuoyu ile paylaşılmaktadır.
Yayınladığı birçok çalışma ile ülkemizin sanayileşmesine, kalkınmasına, demokratikleşmesine, halkımızın mutlu, bilimsel-teknik gerekler ve standartlara uygun çağdaş bir yaşam sürmesine yönelik katkı sunmayı hedefleyen Odamız, böylesi bir çalışmanın sanayileşme ve kalkınma tartışmalarına katkı sunacağı inancındadır.
Bu kapsamda Sanayinin Sorunları ve Analizleri Bülteni’nin 31’incisi, “İkinci çeyrek büyümesinin analizi” konusuna ayrılmıştır. TÜİK, Merkez Bankası, Hazine Müsteşarlığı ve IMF verileri kullanılarak yapılan analizde, 2017 ilk yarı büyümesi yüzde 5’i aşmış görünen ekonominin bu performansının arka yüzünde bir dizi başka gerçeklik olduğuna değinilmiştir.
Sanayide büyümenin son 3 çeyrekte ortalama yüzde 6’nın üstünde seyrederek lokomotif sektörlerden kaynaklandığı, fakat sanayinin yatırım ayağında 5 çeyrektir bir kuraklık yaşandığı ve bunun da sanayisizleşmeyi körüklediği araştırmada yer alan analizler arasındadır.
Yapılan analizlerde yapılan ana vurgular şu şekilde olmuştur:
-
IMF’ye ait son veriler, küresel büyümenin 2017 yılında yüzde 3,5'e ulaşacağını, Türkiye’nin dâhil olduğu çevre ülkelerde 2017 büyümesinin ortalama yüzde 4,5’i bulacağı şeklindedir.
Başka bir ifade ile Türkiye’deki büyüme, çevre ülkelerde yaşanan büyüme eğiliminden farklı değildir.
-
Parıltılı büyüme verilerinin arkasında dönemsel dış dünya konjonktürünün lehte esen rüzgarları ve bunun yanında AKP rejiminin bütçeyi riske ederek açtırdığı bol kepçe kredi akışı, ana kaldıraçlar olarak iş görmüştür.
Bunlardan dış kaldıraç, sadece bu yıl 10 milyar dolara yakın sıcak para akışını, bunun da üçte ikisinin borç olarak girmesini getirmiş, bu giriş dolar kurunu aşağı çekerek ithalatı artırmıştır.
Bu kaldıraçla büyüme artarken öte tarafta dış borç stoku kabarmış, firmaların döviz yükümlülükleri yeniden yükselmiştir. Dış iklimde “şemsiyenin ters dönmesi” halinde, ki eninde sonunda bu kaçınılmazdır, yeniden dolar tırmanışı, borçlulara zor günler yaşatacaktır.
-
İçeride açılan bol kepçe kredi genişlemesine kefil olan devlet hazinesi, belli bir riski de üstlenmiştir. Kredi dönüşlerinde aksama hem banka sistemini hem de Hazine’yi zor duruma sokabilecektir.
-
Sıcak para ve kredi genişlemesi kaldıraçlarının üstünde yükselen büyüme, ikinci çeyrekte iç tüketime fazla yaslanamamış, daha çok ihracata ve inşaat yatırımlarına odaklanmıştır. Büyük çevre tahribatı, tarih ve doğa varlıklarını ranta açmaya dayalı bu inşaat furyasına karşılık, sanayiyi geliştirecek makine teçhizat yatırımlarında artış değil, beş çeyrektir gerileme gözlenmesi de vahim bir olgudur.
-
Öte yandan ihracatın büyümeye katkısı mercek altına alındığında, bunun dolar kurunun cazibesi ve düşük tutulan ücretler sayesinde sağlanan bir imkanla yapıldığı anlaşılmaktadır. Dış ticaret hadleri, Türkiye’nin birim ithalatı daha pahalıya, birim ihracatı ise daha ucuza yaptığını; bu anlamda yoksullaştıran bir dış ticaret ve büyüme patikasında olduğunu göstermektedir.
-
Özetle, yüksek enflasyon, işsizlik, yüksek bütçe ve cari açıkla, sıcak para girişine dayalı büyümenin 2017 için değilse de 2018 için sürdürülmesi çok kolay görünmemektedir.
Gerçek, büyüyenin işsizlik ve yoksulluk olduğudur!
Mevsimsel, takvimsel ve de iç ve dış konjonktürün etkilerini bir kenara ayırdığımızda, ülke ekonomisinin nasıl büyüdüğünü birkaç cümlede açıklamak mümkündür.
Öncelikle son çeyrek büyüme rakamlarının da ortaya koyduğu şekilde, milli gelirdeki artışın kaynağı, giderek üretken sektörlerden uzaklaşmakta; toplumsal refaha ve istihdama katkı sağlamayan sektörler üzerinden gelir artışı sağlanmaktadır.
Üretken olmayan bu sektörler arasındaki parlayan yıldız inşaat olurken, tüm sermaye, ülkenin doğasını, kentsel dokusunu katleden rant paylaşımından pay kapma yarışına girmiştir.
Oysa bilindiği gibi inşaat ve inşaatla paralel çalışan hizmetlere ait sektör kolları, üretimi artırmayı değil, üretilmişe el koymayı, gelirden daha fazla payı üretimsiz bir şekilde paylaşmayı amaçlar. Üretim artmayınca istihdam da artmaz, üretim teknikleri ve yeni teknolojiler gelişemez. Ülke ekonomisi bir çöküntüye ve yozlaşmaya doğru sürüklenir. Çoğunluğu genç nüfustan oluşan işgücü de bu karanlık sona doğru sürüklenmiş olur.
Tüm üretimini ithalata bağımlı olarak sürdürebilen, ileri tekniklerin tümünü dışarıdan sağlayan bir ülke gençliğine taşeronlaşmadan başka ne vaat edebilir?
İşte bu nedenledir ki, örneğin son çeyrek verilerinden yola çıkarsak yüzde 5,2 büyüyen bir ekonomi aynı zamanda yüzde 10’un üzerinde seyreden işsizliği de üretmektedir. Hatta gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde 20’yi aşmaktadır.
Ülkemiz sanayileşmek mecburiyetindedir!
Sanayileşme hamlesini tamamlamamış hiçbir ülke gelişmiş bir ülke haline gelemez.
Bunun yanı sıra, istihdam odaklı, öncelikli sektörlerde bölgesel kalkınmaya yönelik sanayileşmeyi hedeflemedikçe, sanayi hamlelerinden bahsetmek olanak dışıdır.
Ülkemizin acil olarak halkçı, emekten yana iktisadi bir yaklaşıma ve modele ihtiyacı vardır. Emeği, mühendisliği, bilimi, tekniği, sanayileşmeyi toplumsal refah amacına doğru yönlendirmeye; ülke kaynaklarını etkin bir dağılımla üretken ve istihdam yaratan sektörlere yönlendirmeye, dolayısıyla toplumsal refahı sağlayıcı bir büyüme gereksinimi vardır.
Tüm bunlarla sıkı sıkıya bağlantılı olarak, bilimsel düşünce ve üretimin yasak ve sınırlamalarla yok edilmediği, özgür düşüncenin suç sayılmadığı, eğitim ve çalışma yaşamının dinci gerileşmeye terk edilmediği demokratik bir anlayış ihtiyacı giderek büyümektedir.